
'Pir Sultan Abdal' hakkında:
2 Temmuz Vakfı
Ali Yıldırım yorumluyor
Kültür ve turizm bakanlığı
yorumluyor
Esat Korkmaz yorumluyor
Fuat Bozkurt yorumluyor
İrene Melikof yorumluyor
Nejat Birdoğan yorumluyor
Pirsultan Listesi:
01)Açılın
kapılar Şaha gidelim
02)Ademoğlu
şu dünyaya
03)Ağ gül
ile
04)Ağlama
gözlerim mevla kerimdir
05)Ağlayı
ağlayı durma
06)Ağlayı
ağlayı selmana geldim
07)Ah Hüseyin
vah Hüseyin
08)Alay alay
olmuş
09Alçakta
yüksekte yatan
10)Ali değil mi
Tüm liste
Liste 1(1-150)
Liste 2(151-ve yukarı) |
PİR SULTAN ABDAL’IN YAŞADIĞI DÖNEM
Ekilmiş tarlada bostan olursam
Düşüp de dillere destan olursam
Kara toprak senden üstün olursam
Bu yıl bu yayladan Şah’a gideriz.
Bize de Banaz’da Pir Sultan derler
Bizi hem kişi de bellemesinler
Paşa hademine tembih eylesin
Kolum çekip elim bağlamasın
Pir Sultan Abdal’ı yaşadığı 16. yüzyıldan bugünlere getiren anlamlı ve
duyarlı gerçekliğin yanı sıra, onu tarihin derinliklerine gömmeye
çalışan bir egemenliğin de var olduğu gerçekliği bilinmeden, onun yaşamı
ve yapıtları konusunda doğru saptamalar yapmanın olanağı yoktur.
Bu gerçeklik, kültürel tarihimizin tümü için geçerlidir ve yazık ki, bu
bakımdan hiç de olumlu bir sınav verdiğimiz söylenemez.
Padişahlara göre yazılan bir tarihle bugünlere getirilen geçmişin
eksikliği, dolayısıyla yanlışlığı, bizi b topraklar üzerinde yaratılan
birçok kültürel değerden yoksun kılmıştır.
Osmanlı’nın kulluk düzeninde, yok sayılan halkın, doğal olarak yarattığı
sanat da yok sayılıyordu ve bu nedenle ulusal kültürün en zengin, en
önemli, en yaygın kaynağı olan halk kültürü ancak halkın gönlünde,
dilinde, sözünde yaşatılabiliyordu. Halk kültürümüzün en önemli
dallarından olan halk şiirimizde sayısı bine yakın halk ozanının
belirlenmesi, şiirlerinin derlenmeye çalışılması ve dünün bugüne
aktarılması için Cumhuriyet’in aydınlığının gelmesi beklenmişti.
Cumhuriyetle birlikte başlatılan bilinçli çabalar, hiç değilse, bir çok
halk ozanıyla buluşmamızı sağladı. Yunus Emre’den Karacaoğlan’a,
Dadaloğlu’ndan Köroğlu’na, Pir Sultan Abdal’a tanıştığımız bu ozanlarla
halk şiirlerimizin zenginliğinin boyutunu kavramaya başladık. Bu
kavrayışla çoğalan halk kültürü araştırmaları ulusal kültürümüzü
zenginleştirmeye devam ediyor. Ancak yüzyıllar süren bir gecikmişlik,
hemen hemen tüm halk ozanlarımızın yaşamlarını ve yapıtlarını derlemede
birçok engeller getiriyor ve bu engellerin ortaya çıkardığı
bilinmezlikler, yaşamların ve bu engellerin birbirinin içine girmesine
yol açtığı gibi, kesin bilgilere varmamızın da önünü tıkıyor.
Pir Sultan Abdal’ın yaşamı ve yapıtları konusunda ne yazık ki bu
bilinmezlikler söz konusudur ve bugüne kadar onun üzerine yapılan
araştırmalar farklı sonuçlara varmış durumdadır.
Bir kısım araştırmacılara göre Pir Sultan Abdal ve onun kurduğu bir Pir
Sultan Abdal Geleneği söz konusudur. Abdülbaki Gölpınarlı, Pertev Naili
Boratav, Sabahattin Eyüboğlu, Atilla Özkırımlı, Cahit Öztelli, Sadettin
Nüzhet Ergun, Mehmet Bayrak, Ali Yıldırım, Tahir Alangu gibi
araştırmacılar bu düşüncededirler.
İbrahim Aslanoğlu, Pir Sultan Abdallar, Asım Bezirci de Pir Sultan adlı
çalışmalarında ise bir değil birden fazla Pir Sultanlar olduğunu
söylemektedirler.
Aslanoğlu’na göre, Pir Sultan Abdal, Pir Sultanım Haydar, Pir Sultan
Abdal (Halil İbrahim), Abdal Pir Sultan, Pir Sultan Abdal (Aruz Şairi)
adlarında altı Pir Sultan vardır. Asım Bezirci’ye göre ise Pir Sultan,
Pir Sultanım Haydar, Abdal Pir Sultan (Pir Muhammed’in babası), Pir
Sultan Abdal (Divriğili), Pir Sultan Abdal (Pir Sultan’ın yani Hacı
Bektaş Veli’nin Abdalı), Pir Sultan Abdal (Sanem ya da Pir Muhammed),
Pir Sultan Abdal (Aruz Şairi), Pir Sultan (Abdal Musa’nın müridi)
adlarında sekiz ayrı Pir Sultan vardır.
Araştırmacıların elde, olan derlenen şiirlere, şiirlerde geçen kişi ve
yer adlarına, olaylara bakarak vardıkları bu sonuçların elbette bir
kesinliği yoktur.
Pir Sultan Abdal konusunda da tıpkı Karacaoğlan, Dadaloğlu, Köroğlu
konularında olduğu gibi halkın gönlünde beslediği, geliştirdiği ve bir
gelenek oluşturduğu düşüncesindeyim. Pir Sultan Abdal’a mal edilen tüm
şiirler Pir Sultan Geleneği içinde değerlendirilmelidir.
Böyle bir değerlendirme Osmanlı yönetiminin baskılarla yok etmeye
çalıştığı bir halk ozanını gönlünde taşıyarak yüzyıllar ötesine getiren
Anadolu halkının aydınlık kavgasını önemli bir zaferi kabul edilmelidir.
Bu değerlendirme ışığında önce Pir Sultan Abdal’ın yaşadığı döneme bir
göz atmak istiyorum. Çünkü Pir Sultan Abdal’ı en büyük halk
ozanlarımızdan biri yapan tarihsel koşullar bilinmeden onun yaşamının ve
sanatının kavranması söz konusu değildir.
Öncellikle şu saptamadan yola çıkmalıyız.
Pir Sultan Abdal, 16. yüzyıl Osmanlı toplumunun Anadolu’sunda Sivas
yöresinde yaşamış bir halk ozanıdır.
16. yüzyıl Osmanlı düzeni; o yıllardaki Pir Sultan Abdal’ın yaşadığı
bölge halkının içinde bulunduğu ekonomik ve siyasal durum, Pir Sultan
Abdal’ı var eden gerçekliktir. Sağlam bir ekonomik düzenin oluşamadığı
16. yüzyıl Osmanlı toplumunun Mustafa Akdağ’ın Türk Halkının Dirlik ve
Düzenlik Kavgası ve Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi” adlı
yapıtlarında geniş boyutlarıyla incelediği bu döneminde devlet, şeriat
esaslarıyla bir Sünnileştirme politikası uyguluyordu. Özellikle
halifeliğin Osmanlılara geçmesiyle birlikte bu uygulama yoğunluk
kazanmıştı. Osmanlı’da ekonomik ve yönetsel düzenin, dirlik ve
düzenliğin bozulduğu 16. yüzyılın ortalarındaki bu durumu, Köroğlu adlı
çalışmamdan boyara da aktarmak istiyorum.
“16. yüzyılın ortalarından sonra, her alanda dayanılması güç bir darlık
yaratan iktisadi sarsıntı, devlet ve toplum yaşamına önemli yıkıcı
etkiler getirmiştir. Devlet düzenindeki aksamalar, akça değerinin
düşmesi ve hazine gelirlerinin masraflara yetmemesi nedeniyle önemli
boyuta ulaşmıştır. Reaya (çiftçi) yükseltilen vergiler altında ezilmeye
ve ücretler dirlik sahipleri (bir erden padişaha kadar) reaya musallat
olmaya başlamıştır. Faizcilik, borçlandırdıkları köylülerin ürünlerini
ucuza kapatma, ele geçirdikleri topraklarda ekicilik ve hayvancılık
yapma gibi işlerle halkı sömürmeye başlamışlardır. Bunlar köylülere
angarya yaptırmaktadırlar. Hazine ve vakıftan pay alan müftü, kadı,
naip, müderris gibi kişiler ise, bağ, bahçe, tarla, otlak, hayvan
edinerek çiftçilik ve hayvancılıkla köylüyü ezmektedirler. Mültezim,
emin, amil gibi kişiler de benzeri işler yapmaktadırlar. İstanbul’da
oturup çeşitli vilayetlerde hasları ve çiftlikleri bulunan “rical” ve
sancakbeyleri ve beylerbeylerinden oluşan ümera köylünün sırtından
servetlerini çoğaltmaktadır. Bunların “ekabir” denilen adamları köylüye
baskı yapmaktadır. 16. yüzyıl Osmanlı reayasının emeği devlet
görevlilerince sömürülmektedir. Vergiler sürekli arttırılmakta, bu da
köylüyü ezmektedir. Hükümet adamlarının usulsüz ve yasaya dayanmayan
bedavacılıkları da (haraçları, konaklama giderleri gibi) ağır gelmekte;
göçerlerin yağmaları ve geçip gittiklere verdikleri zarar da bunların
üstüne binmekte ve sürekli borç altına giren köylülerin durumu günden
güne kötüleşmektedir. Tarlasını bırakıp oraya buraya kaçan ve adına
“çiftbozan” denilen köylüler kasabalara ve kentlere akmaya başlamış;
geçimi köye bağlı olan kentlerdeki yaşam da kötüleşmeye başlamıştır.
İşte, işleri olmayan, levend diye adlandırılan bu insanların yarattığı
1550-1603 yılları arasındaki bu çalkantılı dönem “Celali Ayaklanmaları”
olarak adlandırılan dönemdir. Toplumun “gazilik-cihat” ruhunun yerini
“imparatorluk” ruhunu alması; ülkenin dört bir yanına Türk, Arnavut,
Rum, Bulgar, Kafkasyalı ve başka milletten insanların akması; Amerika
kıtasının keşfiyle Kuzey Avrupa’dan başlayan büyük ekonomik gelişmelerin
Rusya’ya kadar yaydığı uluslararası canlı ticari alışverişin tüm
Akdeniz’in kuzeyindeki ülkeler gibi Türkiye’yi de sarsması; buralarda aç
ve işsiz kalan yığınların soygunculuk, hırsızlık ve eşkıyalık yapmasına
yol açmaktadır. Osmanlı’daki ekonomik çöküntü bu yığınların çoğalmasını
getirmektedir.
Akdağ, “Daha 1515 yılında, Kasari Sancağı Beyi Hüseyin’e yazılan bir
“hükm-i hümayun”da bazı yerlerde “hırsız ve haramiler’in faaliyette
oldukları”nı belirtip bu konuda sayısız şikayet olduğunu ve yetkililere
“suçlu ve sanıkların sorumlular eliyle mutlaka yakalanmaları
gerektiğinin” bildirildiğini söylüyor (s. 98-99).Ülke bu hırsızlık ve
haramiliğin kıskacına girmiştir. Bu işsiz ve bekar ordusuna Osmanlı
askeri düzeninin ve medrese sisteminin getirdiği bekarlık da eklenince
toplumsal ve ahlaki sorunlar baş göstermektedir. Taht kavgaları, devlet
görevlilerinin halk sırtından geçinmeleri, seferlerin yapılmaması, yağma
ve ganimet elde edilmemesi nedeniyle Osmanlı ülkesinde siyasal
karışıklıklar başlamıştır. Çiftbozanlar, çoğalmakta, bir araya
gelmektedir. Yavuz Sultan Selim’in sert, zalimce ve kanlı kovuşturmaları
karışıklıkları karşı daha da çoğaltmıştır.
Osmanlı yöntemine karşı ilk önemli ayaklanma Yozgat (Bozok) Türkmenleri
arasında başlamıştır. Celal adındaki bir kişinin önderliğinde
ayaklananlar Tokat’a geçmiş ve Kızılırmak-Yeşilırmak arasıdaki bölgede
etkin olmuşlardı. Ayaklanma bastırılıp Celal öldürüldükten sonra da
ayaklanmaların ardı arkası kesilmedi ve tarih bu dönem ayaklanmalarına
“Celali Ayaklanmaları” adını verdi. Bir yandan çiftbozanların, bir
yandan da Osmanlı vergi toplayıcılarının, yöneticilerin soygunlarıyla
bunalttıkları Türkmen bölgeleri halkı çeşitli yerlerde, çeşitli
önderlerin çevresinde toplanmayı sürdürdüler. Kanuni’nin tapta
geçmesinden sonra getirdiği “arazi tahriri”nin uygulanmasıyla da vergi
yükü iyice ağırlaşan çiftçilerin topraklarının ellerinden alınmasıyla da
tam anlamıyla kızılca kıyamet koptu. Arazi yazımının verdiği
hoşnutsuzluk geniş ayaklanmalara dönüştü. Ayaklanma önce Bozok
Türkmenleri arasında başladı. İl yazıcı Kadı Muslihiddin’in, arazi
vergilerinin arttırılmasına itiraz eden Türkmenler’in “sakallarını
kestirmek” gibi aşağılayıcı cezalar vermesiyle başlayan olaylar Sivas,
Yeşilırmak çevresi, Tokat, Yozgat, Kırşehir, Maraş, Adana, Tarsus ve
İçel bölgelerine yayıldı. Süklün Koca, Baba Zünnun, Beğce Bey, Veli Şah,
Seydi, İnciryemez gibi önderlerin oluşturduğu Türkmenler, gerçek bir
ordu gibi savaşarak hükümet güçlerini bozguna uğrattılar. Ankara
yöresindeki Kalender ayaklanması en güçlülerinden biri oldu. Osmanlı
tarihçilerinin ısrarla “Kızılbaş Ayaklanması” olarak gösterdiği bu
olaylar, çiftçi halkın adaletsizliklere ve zulümlere karşı
başkaldırmasından başka bir şey değildir. Çiftbozan-Levend
birikintilerinin Celali bölüklerine dönüşmesi yani eşkıyalığın toplumsal
bir kimliğe bürünmesi olayın dikkat çekici yanıdır.
İşte Pir Sultan Abdal’ın yaşadığı dönem böyle bir tarihsel dönemdir.
Pir Sultan Abdal’ın asıl adı Haydar’dır; soyu Yemen’den gelmekte ve Hz.
Ali’nin torunlarından İmam Zeynel Abidin’e bağlanmaktadır.
“Pir Sultan Abdal’ım destim damanda/İsmim Koca Haydar aslım
Yemen’de...”, “Pir Sultan’ım Haydar diye anıldı / Hep bir adadan manalar
verildi...”, “Pir Sultan’ın Haydar, Alim’e ferman / Pir’ime sır oldu,
derlere derman...”, “Pir Sultan’ım Haydar, Hakk’a gidersin/ Delisin,
ahmaksın, dalga güdersin...”, “İmam Zeynel Abidin’e varalım / Derdimizin
dermanını bulalım...”, “Zeynel Dede’m özüm ayrılmaz Dardan/Yetiş ey
Murtaza, ey Şah’ı Merdan...” dizelerinden, bu bilgilerin ipuçları
çıkmaktadır.
Sivas’ın Yıldızeli ilçesinin Banaz adlı köyünde doğan Pir Sultan
Abdal’ın, “Benim aslım Horasan’dan, Hoy’dandır” sözünden, atalarının
Banaz’a Horasan’dan geldiği anlaşılmaktadır. “Bize de Banaz’da Pir
Sultan derler...” dizesi gibi; kızı Sanem’in söylediği “Uzundu usuldu
dedemin boyu/ Yıldız’der yaylası, Banaz’dır köyü...” dizeleri de bunu
belirlemektedir.
Pir Sultan Abdal yeri yaşına geldikten sonra babasının koyunlarını
otlatmaya başlar. Yıldız Dağı’nın eteklerinde koyunları otlattığı bir
gün, bir ağacın gölgesinde uyuyakalır. Ak sakallı yaşlı bir adam görür
düşünde. Yaşlı adamın bir elinde dolu, öteki elinde elma vardır. İkisini
de Haydar’a uzatır. Haydar önce doluyu alıp içer. Elmayı alırken yaşlı
adamın avunun içinde parlayan yeşil bir ben görür. Görür görmez anlar,
bu ak sakallı yaşlı adamın Hacı Bektaş veli olduğunu anlar. Sarılıp
ellerini öper. Yaşlı adam ona, “Gayrı adın Pir Sultan olsun.” der ve
devam eder: “Adın dört bir yana yayılsın. Sazının üstüne saz, sözünün
üstüne söz olmasın. Adını ben verdim, yaşını da Tanrı versin...”
Bunları söyledikten sonra ak sakallı yaşlı adam ortadan kaybolur. Haydar
ise uykusundan uyanamaz. Akşam olup da eve dönmeyince ailesi onu merak
eder. Aramaya çıkarlar ve bir ağacın dibinde uyur durumda bulurlar.
Ağzında köpükler, yüzünde bir aydınlık vardır Haydar’ın. Anlarlar onun
Pir elinden dolu içtiğini. Uyandırıp eline bir saz verirler. Haydar sazı
eline alır almaz çalıp söylemeye başlar:
“Pir elinden dolu içtim/ Doğdum elinize düştüm...”
“Pirim bana ismimi bağışladı / Deftere yazıldım bir gün içinde...”
“Uyurken üstüme gelen erenler / Gafil aç gözünü uyan dediler / Serseri
kalma bu cihan içinde / Yürü bir mürşide hep can dediler...”
“Pir Sultanım Haydar gir yola hoş ol / Erenler yoluna döş olma duş ol /
Geç dünya malından sen de derviş ol / dünyada dervişe sultan dediler.
Artık Pir Sultan Abdal’dır adı, o çalıp söyledikçe söyledikleri
yayılmaya başlar. Artık “Cümle erenler gerçeği/ Hünkar Hacı Bektaş Veli”
Pir Sultan Abdal’ın da gerçeğidir ve o piri için şiirler söyler:
“... Eşiğine yüzüm sürdür / Hünkar Hacı Bektaş Veli...”
“Güvercin donunda duran / Cümle eksikler bitiren...”
“... Pir Sultan’ım gerçek Veli / Erenlerden çekmem eli / On iki İmam’ın
yolu / Hünkar Hacı Bektaş Veli...”
Artık, önünde bir söğüt ağacı olan, ağacın altında değirmen taşına
benzeyen ortası delik kocaman bir taş bulunan –ki bu taşın Pir Sultan
Abdal tarafından Horasan’dan asasının ucuna takılarak getirdiği de
söylenmektedir ve bu taş hâlâ Banaz’da durmaktadır; Pir Sultan Abdal bu
taşın üzerinde oturarak saz çalar, sohbet edermiş- Pir Sultan Abdal’ın
evi dolup taşmakta, insanlar onu dinlemeye, ondan feyiz olmaya, elinden
lokma almaya, nasip olmaya gelmektedirler. Sayılan, sevilen bir erendir
artık Pir Sultan Abdal. Çevre illerden, ilçelerden, köylerden akın akın
insanlar gelmektedir. Banaz’daki Pir Sultan Abdal dergahına.
Hızır adlı bir genç de Pir Sultan’ın adını duyup ondan feyiz almak için
gelen köylülerden biridir.
Hızır, Sivas’ın Hafik ilçesinin Sofular köyündendir. Köyündeki
insanların ve yaşamın bozulması nedeniyle gelip Banaz’a yerleşir; Pir
Sultan Abdal’a kapılanır. Hızır’ın Pir Sultan Abdal’a hizmeti ve
müritliği yedi yıl sürer.
Yedi yıl sonra Hızır, Pir Sultan Abdal’dan himmet ister. “Pirim bana
himmet edin, ruhsat verin, büyük adam olayım.” der.
Pir Sultan Abdal da ona “Ben sana ruhsatı da himmeti de veririm Hızır.”
der. “Ama sen gidip te büyük adam olunca, Vezir, Paşa olunca gelip beni
asarsın.”
Böyle der ama duasını eksik etmez. İstanbul’a yolcu eder Hızır’ı.
Hızır İstanbul’da saraya gider ilerler, paşa rütbesi alır ve Sivas
Valiliği’ne gönderilir. Vali olunca tüm inanıcını, ikrarını unutur.
Yoksulları ezmeye, onlara zulmetmeye, haram yemeye başlar. Hak gözetmez,
namus bilmez bir Vali olur.
Artık adı Hızır Paşa olan Hızır’ın Sivas’ta Kara Kadı ve Sarı Kadı adlı
iki kadısı vardır. Bu iki kadı da aldıkları rüşvetlerle, haklıları
haksız çıkarmakta, adaletsizlikleriyle ünlüdürler. Yoksul halkın bu iki
kadıdan çekmediği kalmamıştır.
Pir Sultan Abdal da iki köpeğine Sarı Kadı ve Kara Kadı adlarını
vermiştir. Pir Sultan Abdal köpeklerini Kara Karı, Sarı Kadı diye
çağırınca, düşmanları gidip iki kadıya söylerler. Adlarının köpeklere
verildiğini duyan kadılar, kızıp küplere binerler. Hemen Pir Sultan
Abdal’ı tutuklatıp Sivas’a, huzurlarına getirirler. Köpeklerinin
adlarını sorarlar. Pir Sultan Abdal gerçeği yadsımaz. “Evet” der. “Benim
köpeklerimin adı Kara Kadı ve Sarı Kadı’dır. Ama onlar sizden daha
iyidir. Çünkü benim köpeklerim haram yemez.”
“Köpeklerinin haram yemeyeceğini nereden biliyorsun?” diye sorarlar.
Pir Sultan Abdal “İsterseniz deneyin” diye yanıt verir.
Denemeye karar verirler. İlin ileri gelenleri toplanır ve bir kaba
haram, bir kaba haram olmayan yemek hazırlarlar. Kapları işaretleyip
kadıların huzuruna getirirler. Kara Kara ve Sarı Kadı önlerine konan
haram yemeği bir güzel yerler. Sonra aynı biçimde köpekler için yemek
hazırlanır. Pir Sultan Abdal’ın Kara Karısı ile Sarı Kadısı ise, içinde
haram yemek olan kabı bir kez kokladıktan sonra yemeyip haram olmayan
yemekten yerler. Böylece ilin ileri gelenleri kadıların haram
yediklerini öğrenirler. Bunun üzerine Pir Sultan Abdal da “iyi köpek
kötü kadıdan efdaldır (yüksektir, erdemlidir).” diyerek köpeklerin
gözlerini öper, sonra da sazını eline alıp şu demeyi söyler.
Koca başlı koca kadı İman eder amel etmez
Sende hiç din iman var mı? Hakkın buyruğuna gitmez
Haramı helali yedi Kadılar yaş yere yatmaz
Sende hiç din iman var mı? Hiç böyle kör şeytan var mı?
Fetva verir yalan yukarı Pir Sultan’ım zatlarımız
Domuz gibi dağı dolan Gerçektir şöhretlerimiz
Sırtına vururum palan Haram yemez itlerimiz
Senin gibi hayvan var mı? Bu sözümde yalan var mı?
Bu demeyi de dinleyen kadılar başlarını yere eğerler ve çaresiz Pir
Sultan’ı serbest bırakırlar.
Bu olaydan kısa bir üre sonra Sivas Valisi Hızır Paşa adı Koca Başlı Kör
Müftü olan İl müftüsünden bir fetva alır. Bu fetvada “Şahın adının
yasaklandığı, Şah diyenlerin dillerinin kesilip öldürülecekleri...”
söylenir. Tellallar meydan meydan, sokak sokak gezip bu fetvayı
duyururlar. Pir Sultan Abdal bu fetvayı duyunca hemen şu demeyi söyler.
“Fetva vermiş koca başlı Kör Müftü
Şah diyenin dilin keseyim deyü
Satır yaptırmış Allah’ın laneti
Ali’yi seveni keseyim deyü
Şer kulların örükünü uzatmış
Müminlerin baharını güz etmiş
On ikiler bir arada söz etmiş
Aşıkların yayın yasayım deyü
Hakkı seven aşık geçmez mi
Korkarım Allah(tan, korkum yok senden
Ferman almış Hızır Paşa Sultan’dan
Pir Sultan Abdal’ı asayım deyü”
Bununla da yetinmez Pir Sultan. Her gittiği yerde fetvaya karşı çıkar.
Nereye gitse Şah’ı över. Bunun için ölümü de göze aldığını duyurur
hep.Yeni yeni demeler söyler:
“Padişah katlime ferman dilese Eğer beni katsa kervan göçüne
Yine geçmem ala gözlü Şah’ımdan Götürseler Hindistan’a Maçin’e
Cellatlar karşımda satır bilese Urganım atsalar darağacına
Yine geçmem ala gözlü Şah’ımdan Yine geçmem ala gözlü Şah(ımdan
Onyedi yerimden vursalar yara Ahiri katlime ferman yazılsa
Cerrahlar derdime kılmasa çare Çıksam teneşire tabut düzülse
Kemendi bend ile çekseler dara Kefenim biçilse mezar kazılsa
Yine geçmem ala gözlü Şah’ımdan Yine geçmem ala gözlü Şah’ımdan
Karadır kaşları benzer kömüre Pir Sultan Abdal’ım derim vallahi
Münafıklar zarar verir ömüre Ölsem terk eylemem Pir’i billahi
İk’ellerim bağlasalar demire Huzur-u mahşerde dilerim Şah’ı
Yine geçmem ala gözlü Şah’ımdan Yine geçmem ala gözlü Şah’ımdan”
Muhbirler ve münafıklar, Pir Sultan’ın bu dediklerini hemen Hızır
Paşa’ya yetiştirirler. “Senin fermanını da müftünün fetvasını da
dinlemiyor bu adam” derler. “Her gittiği yerde Şah’tan söz ediyor”
Hızır Paşa’da askerlerini gönderip Pir sultan Abdal’ı Sivas’a getirir.
Eski Piri’ne saygıda kusur etmez. Fetvadan, Pir’in demelerinden hiç söz
etmez. Siniler içinde nefis yemekler sunar Piri’ne. Ama Pir Sultan
yemeklere elini sürmez. Hızır Paşa Piri’nin yemeklere elini sürmediğini
görünce sorar:
“Pirim, yoldan geldin açsındır. Ama yemeklere elini sürmedin. Neden?”
Pir Sultan eski müridine şunları söyler:
“Sen haram yedin. Zina ettin. Yetin malına el attın. Onların ahını
aldın. Yoksullara haksızlık ettin. Senin bu haram parayla yaptırdığın
yemeklerine ben değin köpeklerim bile ağızlarını sürmezler.”
Pir Sultan, bunları söyledikten sonra Paşa konağının penceresinden
Banaz’daki köpeklerine seslenir. Banaz’daki köpekler koşarak gelirler
konağa. Sofradaki yemeklere yaklaşırlar ve bir kez kokladıktan sonra da
hiç dokunmadan geri çekilirler.
Bunu kendisine hakaret kabul eden ve çok kızan Hızır Paşa, Pir Sultan’ı
tutuklatıp Sivas’taki Toprakkale’ye hapsettirir. Ama birkaç gün sonra
yaptığından pişman olur. Ne de olsa Pir sultan onun eski Piri’dir ve
çevrede saygı gören, sevilen birisidir. Pir Sultan’ı hapisten çıkartıp
huzuruna getirir. Ona bir öneride bulunur.
“Pir’im, içinde ‘şah” sözü geçmeyen üç deme söyle seni bağışlayacağım.”
Hızır Paşa’nın bu sözleri üzerine Pir sultan sazını eline alır ve ilk
demesini söyler:
“Hızır Paşa bizi berdar etmeden Her nereye gitsem yolum dumandır
Açılın kapılar Şah’a gidelim Bizi böyle kılan ahdi amandır
Siyaset günleri gelip tetmeden Zincir boynum sıktı halim yamandır
Açılın kapılar Şah’a gidelim Açılın kapılar Şah’a gidelim
Gönül çıkmak ister Şah’ın köşküne Pir Sultan’ım eydür mürvetli Şah’ım
Can boyanmak ister Ali müşkine Yaram baş verdi sızlar ciğergahım
Pirim Ali On İk’imam aşkına Arsa direk direk olmuştur ahım
Açılın kapılar Şah’a gidelim Açılın kapılar Şah’a gidelim.”
Yaz selleri gibi akar çağlarım
Hançer aldım ciğerciğim dağlarım
Garip kaldım şu ara ağlarım
Açılın kapılar Şah’a gidelim
Pir Sultan’ın dilinde hep Şah vardır. Hızır Paşa bu demeyi dinleyince
kızar.
“pirim” der. “Sazı yanlış çalıyorsun. Dikkat et!”
Pir Sultan ikinci demesine geçer:
“Kul olayım kalem tutan ellere Münafıkın her dediği oluyor
Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz Gül benzimiz sararuban soluyor
Şekerler ezerim şirin diline Gidi Mervan şad oluban gülüyor
Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz
Allah’ı seversen katip böyle yaz Pir Sultan Abdal’ım hey Hızır Paşa
Dün ü gün ola Şah’a eylerim niyaz Gör ki neler gelir sağ olan başa
Umarım yıkılsın şu kanlı Sivas Hasret koydu bizi kavim kardaşa
Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz.”
Sivas illerinde zilim çalınır
Çamlı beller bölük bölük bölünür
Ben dosttan ayrıldım bağrım delinir
Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz
Sanki meydan okur Pir Sultan. İnadına “Şah!” der Şah’la bitirir
demelerini. Hızır paşa iyice kızar. Çevresindekiler, “Bir Kızılbaş
parçası seni dinlemiyor. Bu nasıl iştir? Nerde senin paşalığın?” derler.
Pir Sultansa kimseye aldırmadan üçüncü demesine başlar:
“Karşıdan görünen en güzel yayla Alınmış abdestim aldırırlarsa
Bir dem süremedim giderim böyle Kılınmış namazım kıldırırlarsa
Ala gözlü Pir’im sen himmet eyle Siz de Şah diyeni öldürürlerse
Ben de bu yayladan Şah’a giderim Ben de bu yayladan Şah’a giderim
Eğer göğerüben bostan olursam Abdal’ım dünya durulmaz
Şu halkın diline destan olursam Gitti giden ömür geri dönülmez
Kara toprak senden üstün olursam Gözlerim de Şah yolundan ayrılmaz
Ben de bu yayladan Şah’a giderim Ben de bu yayladan Şah’a giderim.”
Dost elinden dolu içtim deliyim
Üstü kan köpüklü meşe seliyim
Ben bir yol oğluyum yol sefiliyim
Ben de bu yayladan Şah’a giderim
Artık Hızır Paşa iyice çileden çıkar:
“Günah benden gitti. Atın şu adamı zindana da aklı başına gelsin!” diye
bağırır adamlarına. Pir Sultan’a döner ve “Yarın asılacaksın, Pirim!”
diye ekler.
Zindana götürürler Pir Sultan’ı, Sivas’ın Keçibulan denilen bir yerinde
onu asmak için bir darağacı kurarlar. Sabah güneş doğmadan önce onu
asmak için alıp getirirler Keçibulan’a. Darağacına çıkarırlarken
kimsenin ardından yas tutmasını istemez Pir Sultan. Başlar bu demeyi
söylemeye:
“Bize de Banaz’da Pir Sultan derler Eğer Ali Baba sözü uyarsa
Bizi kem kişi de bellemesinler Ferman büyük yerden beyler kıyarsa
Paşa kıdemine tembih eylesin Ala gözlü yavrularım duyarsa
Kolum çekip elim bağlamasınlar Al’ın çözüp kara bağlamasınlar
Hüseyn Gazi binse gelse atına Surrum işlemedi kaddim büküldü
Dayanılmaz çarh-ı felek zatına Beyaz vücudumun bendi çözüldü
Benden selam olsun ev külfetine Önüm sıra Kırklar Şah’a çekildi
Çıkıp ele karşı ağlamasınlar Daha beyler bizi dillemesinler
Ala gözlüm zülfün kelep eylesin Pir Sultan Abdal’ım coşkun akarım
Döksün zülfün kelep eylesin Akar akar dost yoluna bakarım
Ali Baba Hak’tan dilek dilesin Pirim aldım seyrangaha çıkarım
Bizi dar bidinde eğlemesinler Yıldızdağı seni yaylamasınlar.”
Pir Sultan’ın asılmasından önce bir buyruk daha verir.
Hızır Paşa:
“Herkes Pir Sultan’ı taşlayacaktır. Taşlamayanlar ölümle
cezalandırılacaklardır.”
Pir Sultan’ın asılmasını izlemeye gelenler ellerine taşlar alıp atmaya
başlarlar ona. Ama hiçbir taş değmez Pir Sultan’a.
Pir Sultan’ın musahibi Ali Baba’da bu buyruğa uymak zorunda kalır. O
pirine taş atabilir mi hiç? Bir gül alır eline ve gizlice Pir Sultan’a
fırlatır.
Pir sultan, Ali Baba’nın kendisine gül attığını görür ve çok üzülür.
İdam sehpasında şu demeyi söyler:
“Şu kanlı zalimin ettiği işler Pir Sultan Abdal’ım canım göğe ağmaz
Garip bülbül gibi zareler beni Hak’tan emrolmaz irahmet yağmaz
Yağmur gibi yağar başıma taşlar Şu ellerin taşı hiç bana değmez
Dostun bir fiskesi pareler beni İlle dostun gülü yaralar beni.”
Dar gününde dost düşmanım bell’oldu
On dergim var ise şimdi ell’oldu
Ecel fermanı boynuma takıldı
Gerek asa gerek vuralar beni
“Hala dilini tutmuyor bu adam!” deyip hemen ipi geçirirler boynuna.
Kalabalık dağıldıktan sonra Ali Baba, Pir Sultan’ın yanına gelip
ayaklarına yüz sürer ve ağlar. Kanlı yaşlar akıtır gözlerinden. O gün ve
ertesi günler Pir Sultan’ın asıldığı haberi çevreye yayılır. Kızı sanem
saçını başını yolar ve sazını eline alıp babasının öldürüşüne şu ağıtı
yakar:
“Dün gece seyrimde coştuydu dostlar Kemendimi attım dara dolaştı
Seyrim ağlar ağlar Pir Sultan deyü Kafirlerin eli kana bulaştı
Gündüz hayalimde gece düşümde Koyun geldi kuzular meleşti
Düşde ağlar ağlar Pir Sultan deyü Koçlar ağlar ağlar Pir Sultan deyü
Uzundu usuldu dedemin boyu Pir Sultan Abdal’ım yücedir şanın
Yıldızlar yaylası Banaz’dır köyü Kudretten çekilmiş bir senin bunun
Yaz bahar ayında bulanır suyu Hakk’a teslim ol şirin canın
Çaylar ağlar ağlar Pir Sultan deyü Dostlar ağlar ağlar Pir sultan deyü.”
Pir Sultan kızıydım ben de Banaz’da
Kanlı yaş akıttım baharda yazda
Koç babamı kurban verdim Sivas’ta
Darağacı ağlar Pir Sultan deyü
Bundan sonra söylentiler alır yürür Sivas ve çevresini. Bir söylentiye
göre, Pir Sultan darağacındayken bir köpek gelip tam altında durmuş ve
Pir Sultan da ona basarak ipini çözmüş, yerine de köpeği bağlamış.
Sabahleyin darağacının yanına gelenler orada Pir Sultan’ın cesedini
değil köpeği görmüşler.
Yine başka söylentiye göre, ertesi gün kahvede oturup söyleşenler
arasında şu konuşmalar olmuş:
“Hızır Paşa dün sabah Pir Sultan’ı astırmış, duydunuz mu?” diye sormuş
birisi.
“Ne asması yahu? Bu sabah ben Pir Sultan’ı Koçhisar yolunda,
Seyfebeli’de gördüm.” Diye yanıt gelmiş birisinden.
Bir başkası: Yanlışın var. Bu sabah gün ışırken ona Malatya yolunda,
Kardeşler Gediği’nde rastladım.” Demiş.
Bunun üzerine biri atılmış:
“Yanılıyorsunuz arkadaşlar. Ne diyorsunuz siz? Yeni Han Yol’nda Şahna
Gediği’nde gördüm ben onu”
Hepimiz yanlışsınız. Ben onu Tavra Boğazı’nda gördüm” diye bağırmış bir
başkası da.
Bir türlü anlaşamamışlar. Kimse kimseyi ikna edememiş. Hepsi kendi
gördüğünün gerçek olduğuna yemin ediyormuş.
Kalkıp hep birlikte darağacının olduğu Keçibulan’a gitmişler. Ne
görsünler? Darağacında Pir Sultan yok. Yalnız hırkası asılı duruyor.
Meğer ki Pir Sultan darağacından inip yola düzülmüş. Onun gittiğin gören
Hızır Paşa’nın asesleri de peşine düşmüşler. Yakalamak için koşmuşlar
yetişememişler. Pir sultan Kızılırmak Köprüsü’ne gelince dönüp bakmış ki
asesler iyice yaklaşmışlar.Hızlıca köprüyü geçmiş ve geçtikten sonra
“Eğil Köprü eğil!” demiş. Köprü eğilip suya batmış ve asesler karşıya
geçememişler. Pir Sultan’ın kerametini anlayıp geri dönmüşler.
Pir Sultan Şah’a gitmek için Horasan’ın yolunu tutmuş. Yolda giderken
bir musahiple karşılaşmış. Adam onun Pir Sultan olduğuna inanmamış.
Çünkü musahip, Pir Sultan’ın asıldığını biliyormuş. Üstelik bu yüzden
Sivas’ta ateşler yanmıyor, kazanlar kaynamıyormuş. Pir Sultan, birkaç
nefes söyleyip adamı inandırdıktan sonra:
“Eğer Hızır Paşa, darağacında asılı duran köpeğin dübüründen üç kez
üfürürse ateşlerin tekrar yanacağını” söylemiş.
Musahip Sivas’a gidince Pir Sultanla konuştuklarını Hızır Paşa’ya
anlatmış. O da darağacına gidip asılı köpeği indirtmiş ve dübüründen
üflemiş. İlk üfürüşte köpek dillenip “Pir Sultan!” diye bağırmış. İkinci
üfürüşte “Can Sultan!”, üçüncü üfürüşünde “Yan Sultan!” diye bağırmış. O
böyle bağırır bağırmaz Sivas’taki ateşler yanmaya, kazanlar kaynamaya
başlamış...
Pir Sultan Horasan’a varıp Şah’ın huzuruna çıkar. “Niçin geldin?”
derler. Pir Sultan da alır sazını eline ve şu demeyi söyler:
“Diken arasında bir gül açıldı Ben bend’ oldum şu meydana atıldım
Bülbülüm bahçede ötmeğe geldim İkrar verdim ikrarıma tutuldum
Bezirganım yüküm gevher satarım İptida talipten pire katıldım
Ali pazarına dökmüğü geldim Pirin eteğine tutmağa geldim
Baç’ım vermeyince yüküm açılmaz Pir Sultan Abdal’ım yüreğim döğüm
Gevherin hasına hile katılmaz İmanlar rengine boyandım bugün
İnkar toru ile şahin tutulmaz İrehber pişirir talibin çiğin
Bir gerçek tor’una düşmeğe geldim Ahiri bu imiş pişmeğe geldim”
Ardından şu demeyi söyler Şah’ın huzurunda:
“Zahir batın On’ki imam aşkına Erenler yolundan bir taş kaldırdım
Aman Şah’ım mürüvvet deyü geldim Gönül bahçesinde gülün soldurdum
Pirim nazar eyle şu ben düşküne Bugün eksikliğin nefsi öldürdüm
Aman Şah’ım mürüvvet deyü geldim Aman Şah’ım mürüvvet deyü geldim
Bakmaz mısın cesedimin narına Pir Sultan’ım eydür karşımda durma
Elim ermez oldu cihan karına Gidip münkirlere yol ekran kurma
Yüzüm yerde geldim durdum darına Alnımın karasın yüzüme vurma
Aman Şah’ım mürüvvet deyü geldim Aman Şah’ım mürevvet deyü geldim.”
Hacı Bektaş oğlun günahkar gördüm
Aradım isyanı özümde buldum
Yüzümün karasın elime aldım
Aman Şah’ım mürüvvet deyü geldim
Pir Sultan, Horasan’dan Erdebil’e gider, orada ölür ve gömülür.
Kimi söylentilere göre Pir Sultan’ın mezarı Erdebil’dedir. Bir Başka
görüşe göre ise Merzifon’dadır.
Çeşitli araştırmacılara göre ise, Pir Sultan asıldığı yere gömülmüştür.
Gönümüzde Sivas’ta mal pazarı olarak kullanılan yerdeki sıra söğütlerin
bittiği yerde üstü taşlarla örtülü, boyu beş, eni bir metre kadar olan
bir tümsek de Pir Sultan’ın mezarı kabul edilmektedir.
Pir Sultan’ın baş eğmezliği ve inançlı davranışı halk arasında
destanlaşmasına yol açmıştır. Doğal olarak söylencelerle yaşamı
değişikliklere uğramış, doğru olanla doğru olmayan bilgiler birbirine
girmiştir. Bunların arasından doğru olanları bulmak için belgelere
gereksinim vardır ve ne yazık ki Pir Sultan Abdal hakkında belgeler çok
sınırlıdır. Bu sınırlı bilgilerden yola çıkarak elde edilen bilgiler ve
Pir Sultan’ın gerçek yaşamını aydınlatmaya yatmamaktadır.
Araştırmacıların bu konudaki düşünceleri birbirleriyle çelişmektedir.
Ayrı ayrı Pir Sultanların olduğundan, kimi şiirlerin Pir Sultan’a ait
olup olmadığından başlayan tartışmalar kesin bir sonuca ulaşamamaktadır.
Ancak şu bir gerçek ki, Pir Sultan efsanevi kişilik olmuştur ve
kendisinden sonra gelenlerin katılımıyla edebiyatımızda bir “Pir sultan
Geleneği” oluşmuştur.
Şiirlerin biçim ve içerik özelliklerine göre ayrımlar yapılarak Pir
Sultan’ın gerçek şiirlerinin ortaya konulası çalışmalarında da bir
sonuca varılamamıştır.
Pir Sultan’ı astıran Hızır Paşa’nın hangisi olduğu konusunda bir
kesinlik yoktur. Kesin olan ve hem söylencelerde, hem şiirlerde ortaya
çıkan bir gerçek vardır ki, Pir Sultan’ı Sivas’ta valilik yapan Hızır
Paşa adlı bir vali astırmıştır.
16. 17. yüzyıllarda Sivas’ta valilik yapan ve birisinin Deli ya da
Divane lakabıyla tanındığı bilinen iki tane Hızır Paşa’nın adı
geçmektedir. Deli (divane) Hızır Paşa’nın malını mülkünü halka dağıttığı
söylenmektedir. Şiirlerde ve söylencelerde Deli (divane) lakabının
geçmemesi ve haram yiyen bir vali olmaması nedeniyle bu Deli (divane)
Hızır Paşa’nın Pir Sultan’ı astıran Hızır Paşa olmadığı düşünülmektedir.
Akla uygun olanı, Deli (divane) lakabı taşımayan Hızır Paşa’nın Pir
Sultan’ı astırdığıdır. Bu Hızır Paşa da Sivas’ta 1547-1550 yılları
arasında valilik yapmıtır. Pir Sultan’ın asıldığı yıllarda bu yıllar
olmalıdır. Bu yıllar Osmanlılar’da Kanuni Sultan Süleyman’ın (1520-1566)
ve Safeviler’de Şah Tahmasb (1524-1576) hükümdarlık yıllarıdır.
Kanuni’nin 1548’de Tebriz Seferi’ne çıkması sırasında Amasya, Sivas,
Tokat yöresinde Kızılbaşlar’ın Osmanlı ordusunu arkadan vuracağı
haberleriyle o bölgelerde bazı önlemler alması konusundaki tarihsel
bilgiler, Pir Sultan’ın asılması yıllarıyla çakışmaktadır. Pir
Sultan’ın:
“Gözleyi gözleyi gözüm dört oldu
Sene tekmil olduğunu bildiler
Ali’m ne yatarsın günlerin geldi
Yezid münafık gömleğin giydiler
Korular kalmadı kara yurt oldu
Kasdeyleyüb imamlara kıydılar
Ali’m ne yatarsın günlerin geldi
Ali’m ne yatarsın günlerin geldi
Sancak gele Kazova’ya dikile
Abdal Pir Sultan’ım bu sözüm haktır
Münafık başına taşlar döküle
Vallahi sözümün hatası yoktur
Mümin olanlar da hakka çekile
Şimdi soframın yezidi çoktur
Ali’m ne yatarsın günlerin geldi
Ali’m ne yatarsın günlerin geldi
Kızılırmak gibi bendinden boşan
Hama’dan, Mardin’den Sivas’a döşen
Düldül eğerlendi Zülfikar kuşan
Ali’m ne yatarsın günlerin geldi
Şiirinde geçen “Kazova”, Tokatla Turhal arasında Yeşilırmak Vadisi
boyunca uzanan bir ovadır. Doğan Avcıoğlu’nun “Türkler’in Tarihi”nde:
“Şah İsmail Halifesi Anadolulu Nur Ali, Sivas, Tokat, Amasya ve Çorum
Şehzadesi Murat Kızılbaş olur, törenle taç giyer. Tokat kenti ayanı Şah
İsmail adına hutbe okutur. Şehzade Murat, onbin Kızılbaş ile Kazova’da
Nur Halife ile birleşir.” Dediği olaylardaki Nur Ali, Nur Halife
adlarıyla geçen bu kişi, Şah İsmail’in Türkmenleri’ndendir ve Osmanlı
kuvvetlerini bozup Tokat’a kadar gelmiş, yöredeki Türkmenler’i
ayaklandırmıştır. Bu ayaklanma Şahkulu Ayaklanması’nın bastırılmasından
(1511) bir süre sonra gerçekleşmiştir.
İşte Pir Sultan bu yoğun ayaklanma döneminde Sivas yöresinde
yaşamaktadır. Onun yaşadığı yıllar, Osmanlı Padişahlarından II. Bayezid,
Yavuz Sultan Selim e Kanuni Süleyman dönemlerinde Safevi Şahlarından Şah
İsmail ve Şah Tahmasb dönemleridir. Şah Tahmasb’ın saltanatının
1524-1576 yılları arasında olması ve Pir Sultan’ın Ali nesli güzel imam
geliyor” dizesiyle biten:
“Yürüyüş eyledi Urum üstüne
Meydana çıkar görünü görünü
Ali Nesli güzel imam geliyor
Kimse bilmez evliyanın sırrını
İnip temenna eyledim destine
Koca haydar Şah’ı cihan torunu
Ali nesli güzel imam geliyor
Ali nesli güzel imam geliyor
Doluları adım adım dağıdır
Pir Sultan Abdal’ım görsem şunları
Tavlasında küheylanlar bağlıdır
Yüzün sürsem boynun eğin yalvarı
Aslını sorarsan Şah’ın oğludur
Evvel baştan Oniki İmam serveri
Ali nesli güzel imam geliyor
Ali nesli güzel imam geliyor.”
Tarlaları adım adım çizili
Rakibin elinden ciğer sızılı
Al yeşil giyinmiş köçek gazili
Ali nesli güzel imam geliyor
Şiirindeki kastın Şah Tahmasb’ın Anadolu seferi olduğu tüm
araştırmacılarca kabul edilmektedir.
Pir Sultan, 1548’deki bu seferden sonra asılmış olmalıdır. Kanuni’nin
Alevilere karşı aldığı önlemler –bunlar babası Yavuz Selim’inkilerden
farklı değildir; asıp kesmek, zindanlara doldurmak, aşiret dağıtmak gibi
önlemlerdir.- Tahmasb’ın Anadolu seferi, Hızır Paşa’nın bu dönemdeki
Sivas Valiliği biraraya getirildiğinde bu doğruya varılır.
Pir Sultan’ın Sivas yöresindeki Türkmen ayaklanmalarıyla ilişkisi
konusunda şu sorular sorulabilir:
ayaklanmalara katılmış mıdır?
inancın savunucusu olarak bu ayaklanmaları şiirleriyle destekleyen biri
midir?
nedeniyle ihbar edildiğine göre başka suçu var mıdır?
Gerçekleşemeyen bir ayaklanmanın önderi midir?
inanışının güçlü bir temsilcisi olduğu için mi asılmıştır?
Bu soruların kesin yanıtlarını bulmanın elbette olanağı yoktur. Ancak
şiirlerinden yola çıkarak varılacak bazı yargılarla şunları söylemek
gerekir ki, Pir Sultan, kimi tarihçilerin değerlendirdiği gibi bir hain
değil, adil, haktan ve halktan yana bir düzen isteyen bir şairdir. Çünkü
Anadolu’daki Alevi Türkmenler’in ayaklanmaları ekonomik ve toplumsal
nedenlere dayanmaktadır. Bu ayaklanmalarda Şii propagandası olduğu
doğrudur ve Safevi Devleti’ni kuran Şah İsmail’in Anadolu Alevileri’nin
inançlarından yararlanmak için Anadolu’ya halifelerini gönderdiği
bilinmektedir. Anadolu Alevileri, aynı inançta oldukları Şah’ın
haksızlıklara son vereceğine inanmışlar ancak onun siyasal amaçlarına
tümüyle destek vermemişlerdir. Alevi-Bektaşi şiirindeki İran’a
bağlılığın Safevi propagandasına bağlanması yanlıştır. Tarihsel bir
olgunun ekonomik, kültürel, toplumsal, ideolojik boyutlarından
soyutlanması yanlışa götürür. Safevi Devleti’nin Anadolu Alevi ya da
Batıni eğilimli Türkmenlerce, Türklerce kurulması (Karamanlı,
Dulkadirli, Tekeli, Bayburtlu, Rumlu, Varsak, Kaçar, Çapanlı, Ustaçlı...
gibi Türk oymakları) ve bunların Anadolu’daki yerleşim yerlerine göz
atınca İran’la ilişkinin kaynağı görülmektedir. Bu konuda Atilla
Özkırımlı, Faruk Sümer’in “Oğuzlar” adlı çalışmasından şu saptamayı
aktarmaktadır.
“Kızılbaş ulusunu teşkil eden ilk kademedeki oymaklar şunlardır:
Ustacalı (Usta Hacılu), Rumlu Tekeli, Zulkadir, Şamlu, Afşar, Kaçar.
Bunlardan Ustacalular Sivas-Amasya bölgesinden gitmiştir. Rumlular’ın
Tokat, Amasya, Çorum, Koyulhisar, Bayburt ve İspir köylerinden mürekkep
bir teşekkül olduğu görülüyor. Tekeli adını Teke sancağı denilen Antalya
Bölgesi’nden almıştır. Tekeliler arasından Menteşe (Muğla Bölgesi)
köylülerinden de bir bölük vardı. Zulkadı, Maraş, Elbistan, Yozgat
bölgesindeki Dulkadırlı ulusuna mensup bir boydu. Şamlu, yazın Sivas’ın
güney taraflarında ve Uzun Yayla’da oturan, kışın Halep bölgesinde
yaşayan Türkmenler’in Beğdili, Harbendelu, İnallu gibi oymakların
kollarından meydana gelmiştir. Devlet kuruluşunda ve ilk devirlerinde
asıl mühim rolleri oymaklar oynamışlardır.
Bu saptamalardan şu sonuçlar çıkarabiliriz:
Alevileri (Alevi Türkmenler) bir sayasal egemenlik kavgası
vermektedirler. Bu kavga görünürde dinsel inançlar uğruna
yürütülmektedir.
inanç birliklerinin yanı sıra, onun çevresindekiler kendi soydaşları,
kendi aşiretleridir.
yönetimi Aleviler’i dışlıyor, baskılarıyla ayaklanmaya zorluyordu. Bir
kısım Alevi Türkmenler bu baskıların sonucu zaten yurdunu terketmiş,
Safevi Devleti kurulmadan önce gitmişlerdir.
yönetiminin “Etrak-i bi idrak” (anlayışsız, idraksız Türkler) dediği
Türkmenlere toprak köleliği uygun bulunuyor. Toprakları ellerinden
alınıyor, tımar sistemi içinde reayalığa zorlanıyorlardı.
Türkmen beyleri olan Şah İsmail’in kurtarıcı olarak görülmesi doğaldı.
Hami Danişmend’in şu düşünceleri konunun özüne inmemiz bakımından çok
önemli düşüncelerdir:
“O sırada Anadolu Türklüğü Şiilik propagandaları ve tarikat faaliyetleri
gibi dini sebeplerden başka idari ve siyasi birtakım sebepler yüzünden
de İstanbul hükümetine karşı cephe almaya son derece müsait bir
vaziyettedir. Fetih Devri’nden beri devşirmelerin elinde bulunan
kozmopolit İstanbul hükümeti, vaktiyle Karamanoğulları’nın sonra
Şiiler’in ve ondan sonra Dulgadır Beyleri’nin tenkil ve te’dibi gibi
birtakım vatansız serserileri serdar olarak musallat edip binlerce
aileleri matem içinde bıraktırmış, servetler müsadere edilmiş, ocaklar
yıkılmış, şehirler ve köyler yıkılmış, tımarlar zaptedilmiş ve hatta
tercihler bile yapılarak anavatan feci bir müstemleke muamelesi
görmüştür. Azamet devrinin en parlak zamanlarında bile Osmanlı
idaresinin müstakbel inhitat asırlarını hazırlayan en zayıf tarafı işte
budur. Dini şekillerde ortaya çıkan Anadolu isyanları herşeyden evvel
işte bu milli felaketlerin pek tabii birtakım aksül’amelleri demektir”
yönetimi adalet isteyenleri ezmeyi yeğlemiştir.
yönetimi, bir dinsel inanç olmaktan çıkıp ideoloji niteliği kazanan
Şiilik’in karşısına Sünnilik’i dikmiştir.
Aleviler’in kafir, mülhid, islamlık dışı olduğu, öldürülmelerinin vacip
ve farz olduğu konusunda, öldürülenlerin mallarının, kadınlarını,
çocuklarını öldürenlere kalacağı konusunda Osmanlı müftülerinin
fetvaları olayın aldığı boyutu göstermektedir. Yavuz Selim’in, Müftü
Hamza’dan aldığı böyle bir fetva ile Kızılbaşlar’ın yediden yetmişe
deftere yazılmasını istemesi, daha sonra kırk bin Alevi’yi öldürmesi de
tarihin yadsınamaz bir gerçeğidir.
Osmanlı yönetimiyle Alevilerin arasını açmıştır. Alevi düşmanı bir
devlet politikası toplumu ikiye bölmüştür. Kızılbaşlık, Kızılbaş gibi
sözlerin Alevi inancını benimseyenleri kötüleyen, onları dinsizlikle,
ahlaksızlıkla suçlayan sıfatlar gibi kullanılması bu dönemde yaygınlık
kazanmıştır.
yönetimi Kemal Paşazade, Ebu Suud gibi bağnaz şeyhülislaları (yalnız
Alevilerin diğer tüm batınilerin katillerini vacip sayan, hatta Yunus
Emre’nin ilahilerini okuyanların da katledilmelerini isteyen fetvalar
veren şeyhülislamlar) aracılığıyla insanları inançları nedeniyle yok
etmeyi temel politika bellemiştir.
Alevi Türkmenler’i ayaklanmaya zorlamış ve ayaklananları da din ve
devlet düşmanı suçlamasıyla ezmiştir.
İşte Pir Sultan, bu haksız politikalara başkaldıran bir ozandır.
Başkaldıran ve belli bir inancı paylaşanları başkaldırmaya çağıran bir
ozandır.
Alır sazı eline ve toprağı elinden alınan, yuvası yurdu dağıtılan,
aşireti parçalanan Türkmen’in acısını dillendiren bir ozandır.
“Bu yıl bu dağların karı erimez
Elin tutmaz güllerini dermeğe
Eser bad-ı saba yel bozuk bozuk
Dilim tutmaz hasta halin sormağa
Türkmen kalkıp yaylasına yürümez
Dört cevabın ma’nasını vermeğe
Yıkılmış aşiret il bozuk bozuk
Sazım düzen tutmaz tel bozuk bozuk
Kızılırmak gibi çağladım aktım
Pir sultan’ım yaradıldım kul diye
El vurdum göğsümün bendimi yıktım
Zalim Paşa elinden mi öl diye
Gül yüzlü cerenin bağına çıktım
Dost beni çağırmış durma gel diye
Girdim bahçesine gül bozuk bozuk
Gideceğim amma yol bozuk bozuk”
Haksızlığı eleştirmek için alır sazını eline. Vurur öfkeyle ve gidilecek
yolu da gösterir:
“Muhammed Mehdi’nin hak sancağını
Müminleri bir katara düzelim
Çekelim bakalım nic’olsa olsun
Güruh güruh şu alemi gezelim
Teber çekip münkirlerin kanın
Münkirlerin sarayını bozalım
Dökelim bakalım nic’olsa olsun
Yıkalım bakalım nic’olsa olsan
Mahluk deccal oldu insan haşarı
Pir Sultan’a Huda yardım etmez mi
Asla bilen yoktu hayrı şeri
Müminler bağında bülbül ötmez mi
Teber çekip su mağradan dışarı
Bunca yattığımız gayrı yetmez mi
Çıkalım bakalım nic’olsa olsun
Kalkalım bakalım nic’olsa olsun”
Pir Sultan bir inancın sözcüsü, yayıcısı görevini almıştır omuzlarına.
Hiçbir güç onu yolundan döndüremez. Adaletli bir düzen isteğiyle, insan
sevgisi, hak sevgisiyle bütünleşip bir inancın çağrısına dönüşür onda.
Başkaldırısının güç kaynağı inancıdır. Bu inançla meydan okur hep:
“Yürü bire Hızır Paşa
Şah’ı sevmek suç mu bana
Bun Musa’yım sen Firavun
Senin de çarkın kırılır
Kem bildirdin beni Han’a
İkrarsız Şayten’ı lain
Güvendiğin padişahın
Can için yalvarmam sana
Üçüncü ölmem bu hain
O da bir gün devrilir
Seninşah bana darılır
Pir Sultan ölür dirilir”
Nemrud gibi Anka n’oldu
Hafid-i Peygamber’im has
Bir sinak havale oldu
Gel Yezid Hüseyn’imi kes
Davamız mahşere kaldı
Mansurum beni dara as
Yarın bu senden sorulur
Ben ölünce il durulur
çağırır. Dertlilerin dermanı Ali’dir çünkü:
“Gözleyi gözleyi gözüm dört oldu
Pir sultan Abdal’ım bu sözüm haktır
Ali’m ne yatarsın günlerin geldi
Vallahi sözümün hatası yoktur
Korular kalmadı kara yurt oldu
Şimdiki sofunun Yezid’i çoktur
Ali’m ne yatarsın günlerin geldi
Ali’m ne yatarsın günlerin geldi”
Mümin olan bir nihana çekilsin
Münafık başına taşlar dökülsün
Sancağımız Kazova’ya dikilsin
Ali’m ne yatarsın günlerin geldi
gelebilir?” diye soruyor Atillı Özkırımlı ve şöyle diyor:
“Mümkün müdür bu?” Elbette On İki İmam’dır, İmam Cafer Sadık’tır, Hacı
Bektaş’tır., Yap’tır, Mehdi’dir. Hatta kendisidir.
Sultan’ım şu dünyada
Dolu geldim dolu benim
Bilmeyenler bilsin beni
Ben Ali’yim Ali benim
Bu düşünmüştür Pir Sultan’ı darağacına götüren. Onu yüzyıllardır yaşatan
da budur. Dilindeki şah, gönlündeki şahtır. Kurtuluşun simgesidir. Ona
onun dili, onun inancıyla seslenen Şah İsmail’dir; onun halifesidir,
oğludur ya da Osmanlı’ya başkaldıran bir Türkmen babasıdır, hepsinin
ötesinde Ali’dir. Asılmışsa, Osmanlı yönetiminin dayandığı
dinsel-kültürel-siyasal öğretiye karşı bir düşünüş biçiminin ve
inancının savunucusu, eylemcisi olduğu için asılmıştır. Dilini
tutmadığı, inancı uğruna ölümü göze aldığı, boyun eğmediği, “Hakk’ı pek
sevdiği” için. Tıpkı Hallac-ı Mansur, Nesimi gibi.
Hızır Paşa’ya meydan okuduğu, yukarıda, bir dörtlüğünü aldığım... “Şah’ı
sevmek suç mu bana...”şiirinde çok güzel anlatır bunu.
Ama Pir Sultan’da inanç, Mansurla, Nesimi’nin tersine soyutlamadan
sıyrılmış, hayatla, yaşananla bütünleşmiş, bu anlamda ideolojik özüyle
siyasal nitelikli bir çatışmanın temelini oluşturmuştur. Bu yanıyla Pir
Sultan’ın şiirleri tek bir ayaklanmanın değil, hemen hepsi aynı
nedenlerden kaynaklanan toplumsal bir başkaldırının anlatımıdır; içinde
yaşadığı dönemin ve toplumsal-siyasal ortamın edebiyattaki yansımasıdır,
karşılığıdır. Ezilenin ezene yanıtıdır. Direnmesi, boyun eğmeyip karşı
koymasıdır. Bilinen söyleyişle çağının tanığıdır Pir Sultan. Bir
öncüdür. Susturulmuşsa, bunun için susturulmuştur. Bu tanıklık onu
ölümsüzleştirmiş, şiirleriyle yüzyılları aşarak yaşarlılığını
sürdürmüştür.
Kaynak: Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Vakfı sitesi 0cak 2007
|
|